"Türkiye’ye bir şey söylemek ister misiniz?" demişti ünlü gazetecimiz Coşkun Aral, Bilge Kral’a. Bilge Kral, dualarını istediği Türk insanının ona taktığı adıydı doksanlı yıllarda. Bilge Kral; aksiyonun yanında düşünsel dünyamıza yeni bir soluk getiren Aliya İzzetbegoviç’ten başkası değildi.
Haydi o çok sevdiğimiz ders! olan tarihi başa saralım. Ama devletler gibi değil. İnsanlar gibi. Çünkü biliriz ki devletlere ve onların tarihlerine bakışlar, futbol maçlarına yaptığımız kritiklere benzer. Devletler, bizim nüfusları milyonu aşan stadyumlarımız. Ancak biz gelin bugün stadyumun dışına çıkalım ve stadyumlarımızın gürültü ve tezahüratları olmadan sohbet edelim. Elbette sohbetimize kuru kuru başlayacak değilim. Gelin sizinle karşılıklı ince belli bardaklardan çaylar içelim. Bakın size bir sürprizim de var. Çayevi ya da kafe aramak zorunda değiliz. Memleketim olan İstanbul’dan Asya Kıtası’nın son demlerine kurulmuş bir fabrikadan satın aldığım bardakları taşıyorum sırt çantamda. Pek tabi yanında bardak taşıyan bir beyefendi çay termosunu da eksik etmemeli değil mi? Evet, müsaadenizle çaylarımızı koyuyorum ve hayali sohbetimize Beşiktaşlı olduğumu bildiğinizi varsayarak Kabataş’tan yukarıda bir yerde başlamak istiyorum. Şuan üzerinde oturduğumuz bir bank; en pahalı sarayların, yalıların gördüğü manzaraları görüyor.
Biz bu banka oturmadan ve bu şehre bu güzel denize bakmadan yüz elli yıl önce aynı mavi deniz bir konuğu ağırlamıştı: Avrupalı bir komutanı, Napolyon’u. Şöyle demişti haşmetli komutan bulunduğum yerden : “Dünya bir ülke olsa başkenti İstanbul olurdu.” Haklıydı. Demin geldiğim Asya Kıtası’ndan şimdi üzerinde bulunduğumuz Avrupa Kıtası’na mavi büyük bir göz gibi nazar olan Marmara her vakit önemli olmuştu. İki kıtayı ayırmakla kalmıyor iki medeniyeti, iki kardeşi, iki düşmanı kutsanmış bir lanet gibi ayırıyordu. Tam bulunduğum yerdi medeniyetin beşiği. Tam bulunduğum yerdi dünyanın barış ve huzur başkenti. Biz ayrı düşünce -Marmara’nın iki yanında kalmış toprak parçaları gibi- mutsuz huzursuz bir havaya döndü her yer. Neyse havanın nasıl bozulduğunu “maç kritikçilerine” bırakalım ve biz gök gürültülerine aldırmadan medeniyet gezimize devam edelim.
Yürümeye koyulursak izzeti, azametiyle Cadde-i Kebir yani İstiklal Caddesi yani Beyoğlu karşılayacak bizi. İşte binalarda yine tarihin izleri. Barok, Gotik, Neo Klasik her bir taşından ayrı bir mana bulunabilecek İstanbul’un kendisine has mimarisi… İzzetli Beyoğlu demişken aklıma takıldı dünyanın mevcut hali. Gençliğimizin baharında,7 milyar yaşında kocaman bir kara kütlesinin üzerinde yalnızca birkaç şehri gezerek birkaç on yıl geçirdik.
Dünyadaki tüm insanlar ise sadece birkaç bin yıl geçirdi bu yaşlı adamın sırtında. Yaşlı adam bizi sabırla taşıdı. Ama biz hep sabırsızdık ona karşı. İncittik, üzerine acıdan başka bir şey vermeyen bombalar yağdırdık. Üzdük onu. Anlamadık. Üzerinden sularını çekti. Başındaki beyaz takkesi eridi. Anlamadık. Kurumuş bir dudakla çöllere bıraktık bu yaşlı adam dünyayı. İyi şeyler de yaptık elbette. Ancak sadece bir araya geldiğimizde. Birbirimizi sevdiğimizde. Adalete, sevgiye, güzelliğe, barışa yani bizi insan yapan şeylere değer verdiğimizde. İnsan olduğumuzda iyi şeyler yaptık. Mesela Beyoğlu gibi veya Beyoğlu’ndan adını alan barış elçisi Aliya İzzetbegovic gibi. İyi olarak hatırlandı bu yaşlı adama benzettiğim dünyaya iyilik yapanlar. Kötü kaldı hep yaşlı adamı itip kakanlar. İYİLİK ve kötülük. Ödül vermemek için küçük yazdım bu düşünceyi buraya. Unutalım artık diğerini ve büyük güzel olanı seçelim: İyiliği.
İnsanoğlu bu iyiyi seçmeyi bilir. Hem bu kenti başkent olarak seçenler, zamanında gidip yetiştirmek için aldıkları çocuklarda da hep iyi olanı gözetirmiş değil mi? En güzeli, en yakışıklı, en akıllısını. Sadece devletler, kurumlar değil insanlar da seçer en iyisini tabi sadece işine gelirse. Söz gelimi pazara gidip en kötü elmaları seçen birisine rast geldiniz mi? Bizim tabiatımızdır güzele yönelmek. Buraya bir formül bırakıyorum sayısalcılar ve sinir bilimciler için: bir nokta altı yüz on dokuz (1.619) Altın oran da derler kitabi olanlar. Yani güzele olan ihtiyaç. Güzel bulunması zor olduğu için güzeldir ama biz yine de güzelliği çoğaltmayı bilelim. Yoksa bu yaşlı dünyada pek nadir görülen iyilik, adalet elçilerini daha az göreceğiz belki de hiç göremeyeceğiz.
İyilik teklikte olmaz. Benim varlığım ya da sizin varlığınız tek başına hiçbir şey ifade etmez. İyilik bir mozaiktir. Herkes iyiliğe borçlu bir müşteridir. Unutmayın borcunuz kabarıyor. Çünkü bugün dünyada kötülük nam salmaya tüm hızıyla devam ediyor.
Bir zamanlar iyiliğin herkesçe kabul edildiği dünyanın eski cennetiydi. Avrupa’nın orta yerinde bir devlet: Yugoslavya… Tüm dillerin, tüm dinlerin, tüm insanlığın kendinden bir parça bağ kurduğu “bağlantısız” bir ada. Dünyaya “Bakın! Anlaşabiliriz” ,“Farklılıklar ancak bizim zenginliğimizdir” demiş, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz huzur ikliminin rüzgarlarını, kasırgalara döndürmeden önceki sütliman olmuş bir ülkeden söz ediyoruz. Aliya’nın doğduğu topraklardan… Tekliğin olmadığı, birliğin olduğu bir mozaik coğrafyadan. Peki… Bu coğrafya nasıl dünyaya kendini savaşla duyurdu, ne oldu da bu büyü bozuldu? Cevap basit ve sorunun içinden gizli: Dünya, yarınına dünüyle şekil veren ve sürekli büyüyen iştahlı bir çocuktan başka bir şey değildir. Bakmayın yaşlı dediğime sözlerimin başında, hatalarından ders almıyor geldi kaç milyon yaşına.
Eğer bu dünya denen çocuk bugün yaptığı gibi geçmişe okumalarını yanlış yaparsa yarını uçuruma bilmeden koşan bir çizgi film karakterinden farksız olacaktır. Barışı ve adaleti sağlamadan insanoğlu olarak böldüğümüz suni sınırlar belki bazıları için leziz bir pastayı, alınacak enfes bir lezzeti andırıyor olabilir ancak kopardığımız aslında bu iştahlı çocuğun eti, bedenidir. Ve kimse doğuştan getirmediği, edindiği gerekçeleri ile ne olursa olsun bu çocuğun vücuduna zarar gelmesini istememelidir. Bu iştahlı çocuğun –dünyanın- organları olan bizler kendimize eziyet ile bu mavi tişörtlü yeşil çocuğu daha fazla tüketmemeliyiz.
Sohbet koyu... Çaylar bitti. İzzetli Beyoğlu'ndan Taksim'e kadar yürüdük. Şimdi en yakın acenteye gidiyoruz, Bosna'ya 8372 bilet kestiriyoruz. Unutmamak ve ders almak için hatırlamaya tarihle eş anlamlı o coğrafyaya Balkanlara gidiyoruz.
İzzetBegovic'e dua vakti.
Yorumlar
Yorum Gönder