Bu sabah -artık sabah denemeyecek kadar öğlendi- biraz geç uyandım. Malum zamanlar. Zamanın kırıldığı, ruhun bittiği, gecenin güne devşirildiği günün gece misali tenha geçtiği bir çağın esiriyiz. Televizyondan başka dost kalmadı çağdaş insana. Ama tabi çok da yalnız sanmayın beni. Dostlarım da var bu vizyon kutusundan başka: Hep özel olduğumu söyleyen reklamlar -özellikle gür saçlı o kadının reklamı- , dünya ölümle savaşını kaybederken saçlarımdaki kepekleri düşünmem sonra reklamın bitişi kanalı değiştirmeye bile üşenmem, başımı döndüren komplo teorisi programları, Teksas’taki alelade bir dağ evinde televizyonda açık olan programın aynısının yarı bir Türkçe ile tekrarı, canımın dondurma, çikolata ya da bu zamana ait olmadığı her halinden belli olan çekiciliğiyle GDO’lu bir tropik meyve çektiği anda birkaç tıkla kapımda beliren fütürist giyimli kasklı adamlar… Saydığım her kavram, döktüğüm her hece, dökmediğim düşüncelerim. Hepsi dostum benim. Tüm bu dostlarım ve ben en nihayet yalnızız.
Ama bu yalnızlığım, öğleye çalan bu sabah vakti garip giyimli bir adamla bozuldu. Apartmanın geçen aylarda olan depremde hasar gören, belediyeden sakladığımız kolonunun içinden bir ses duydum. Korka korka kolona gittim. Önce bir fare sandım, sonra kedi. Nasıl girmişti bu kolonun çatlağına haylaz deli! Ama ben yaklaştıkça ses; büyüdü, büyüledi. Bu bir rahibin sesiydi.
Sen kimsin, dedim.
Cevap vermedi. Belli ki kolonun içine sıkışmış, elindeki bıçakla kolonu açmaya uğraşıyordu. Ama bir saniye, hiç kurtulmak ister gibi gözükmüyordu.
Tekrar, “Sen kimsin?” dedim.
“Bir şeyler yazmalıydı bir şeyler.” dedi. Bilmiyordu şimdilik ne yazacağını. Nereden başlayıp neler anlatacağını. Aklına edebi sözler anlamlı beyitler getirmeye çalıştıysa da nafile. Gelmiyordu tek bir nebze, tek bir hece.
Ne yazmalı? Neden yazmalı? Bu soruyu sordu kendi kendine.
“Ben” yazdı/dedi kolonuma. Döktüğü o “Ben” sesi bu çağa ait değildi. Bir şey yazmıştı. “Ben” ve yine kaybolmuştu zamanın okunda. Kendi zamanına dönmek istiyordu.
Ey insan! beni aslıma döndür, dedi.
-Senin aslın neresiydi?
Bilmiyordu. Belki de aslını başlatmak istiyordu. Sordum: “Sen kimsin?”
-Neden sordun, kimliğime göre mi cevap vereceksin? Yoktur benim bir hü’vetim, hürriyetim. Söyleyeyim: Ben o’yum. Yazıyı ilk kez yazan o Rahip. Yazdım ve bir lanet gibi bu çağa atıldım. Ben burada/ bu çağda ve çağ adına bildiğin tüm olaylarda esir kaldım, yazmasaydım çağımda kalacak, mutlu olacaktım. Çok düşündüm ilk kez yazarken. Senin kitaplarda, satır arasında, gördüğün “Sümerliler yazıyı icat etti” dedikleri icada mucit o adam benim işte. Çok düşündüm: Ne yazacaktım? El-İlah…Mülk…Ziggurat’a bağışlanmış bir İnek …Siyaset…Cennet…Bela…Aşk…
Ne yazsaydım yazacağım zevkte bana yetmezdi. Ben de “Ben” yazdım. Ben demeye, ben yazmaya başladığım her an seni, onu ve bizi unuttuğum her an başka bir çağa atıldım. Ben çağın belasıyım. Her çağda varım. Çağdaşım. Aslıma dönmek istiyorum, ama yazarken bunu yapamıyorum. Bıçağımın kil tabletler üzerinde bıraktığı o leke bir bela gibi yapışıyor tenime.
Rahip bunları söylerken dondum, kaldım. Bela olmuş ona “ben” demek. Ne de çok benziyordu bana. “Ey rahip, aslına dön.” dedim. “Sen bir hülyadan ibaretsin.” “Hayır, insan ben senin yazmak istediğin belanım, yazınım, söylencenim, beni -bu belayı- dudaklarından çıkarmadan rahat edemezsin.”
Rahip benimle konuşmaya devam ederken apartmanın hasarlı kolonuna daha hızlı sürttü bıçağının ucunu. Ben korktum. Onun “ben”liği bu korkudan zevk alır gibiydi. Bu bir sihirdi. Bu sürtünme sesi de zihninin kılcallarını erekte etmemiş olacak ki daha da gerisini düşündü/tefekkür etti/umdu. Neydi onu tüm bu sihre iten? Nerede kahraman, nereden ben? Bela olmuştu bu sorular bir serseri gibi. Bela… Çok düşündü bu kelimeyi. Önce sevmediği çocuklar geldi aklına, sonra devletler, terör, işkenceler. Bir de “Dünya Mümin’in belasıdır” diyormuş Nasıralı İsa Yeni-Ahit’te.
Bela: sözcüklerin en tehlikesi. Bela: ilk söz, ilk endişe.
Rahip, sen bir belasın. Bana aslına dön diyerek çağıma, fizik kurallarına, apartmanımdaki yalnızlığıma ihanet ediyorsun.
Hayır, ben senin çağdaşınım. İyi düşün çağdaşlarını. Onlardan neden farklıyım? Aslımızı kim ortaya koyacak? Kim aslında bu çağa ait olmayı hak ediyor? Ben bir cezalıyım. Tanrı’dan başkasını düşündüğümden, “Ben…Ben…” demeye başladığımdan beri her belanın içindeyim, “Bela” dediğimizi unutmuş gibiydim. Şimdi Tanrı’ya yalvarıyorum: “Beni çağıma çağdaş olmaya gönder.” Ben kavmimdeki Nuh’a uydum. Ama seni değil konforumu düşünerek girdim o gemiye. Biliyorum: Helak olmasam da içten bir “Bela” demediğim için Her “Bela” bu müminin üzerinde.
Hangi insan aslında olması gerektiği yerde? Ben, bu kolonun içinde yazıyı senin gözünün önünde icat ederken sen miydin tüm bilmece? Peki sen; ben… ben… demekten vakit ayırıp en son ne zaman kapından geçen fakiri evine üstelik de yerin varken almayı düşündün? Onun güvensizliğinden şüphe etsen de onu güvensizliğe itenin de sen olduğunu ne zamandır unuttun?
İyi düşün çağdaşım! Ne zamandır zamanın efendisisin ve beni dışlar oldun? Ne ürettin de buyruğu sen yazar oldun?
Senin çağındayım uzun zamandır. Yazı, dedin bana kısaca. Benimle başlattın her şeyini. Bir Rahip olduğumu bildiğinden olacak her zaman önceliği kutsi metinleri çoğaltmaya verdin. Ama hiçbir metnin sırtını açıp gerçek hastalığını görmedin.
Ey çağdaşım. Sen kimsin? Şimdi benim de bir mucize olduğuma, tüm bunların bir sihir olduğuna kendini ikna edeceksin. Aslında görünmediğimi bildireceksin. Yazmaya başladığından beni çocuklarına miras bırakmaya başladığından beri ben senim, sen de bensin.
Umudum yok. Sen geri dönmezsin. Bana bir baksan birçok şeyi eskiden beri aynı yaptığını ama çağ atladığını sandığını göreceksin. Beni sandıklara gömeceksin, gelin kızlarına bohça diye vereceksin. Duvarlarında yük diye beni bindireceksin. Ama beni alıp okumayı aklının ucundan geçirmeyeceksin.
Ey Kari (Okuyan) çağdaşım! Sen Karl gibi maddeye tutundukça mana alemini görmeyecek, beni hasarlı sütunlarına hapsedeceksin. Ey Kari… Ey Kariye… Oku!
Sütunlara bak, satırın başına gel. Korkma, okudukça ölmeyecek benim gibi tüm çağlarda dirileceksin.
Yorumlar
Yorum Gönder